“Yaşadığımız hayat belki de bir başkasının hayatı…” Bu cümle, sadece edebi bir fısıltı değil; modern insanın en derin, en sarsıcı varoluşsal sorusudur. Sabah uyandığımızda, içimizdeki yabancının sesini duyduğumuz anlara kimimiz panik, kimimiz ise tuhaf bir merakla yaklaşırız. Gerçekten de, aldığımız kararlar, tepkilerimiz, hatta en içten hissettiğimiz acılar bile bize mi ait? Yoksa onlar, genetik mirasın, toplumsal beklentilerin ya da çözülmemiş atalardan kalma travmaların birer kopyası mı?
Kökenlere inmek hiç bu kadar korkutucu olmamıştı. Çünkü geçmiş, artık sadece tozlu anılarla dolu bir sandık değil; bilincimizin ve davranışlarımızın hard diski. Bizi biz yapan kodları çözmeye çalıştıkça, o kodların bize ait olmadığını, büyük bir mirasın zorunlu devamı olduğunu anlıyoruz.
Tanıdığım bir akademisyen vardı; genç, başarılı ve hayatı boyunca mantığıyla hareket eden biri: Hatice. Hatice, çocukluğundan beri denizden korkuyordu. Öyle ki, bir göl kenarında bile rahatsız olur, denize sırtını döndüğünde bile nefesinin kesildiğini hissederdi. Mantıksal olarak bu korkunun bir temeli yoktu. Hiç boğulma tehlikesi atlatmamış, ailesinden kimse denizde ölmüş değildi. Korkusu, sebepsiz bir zorunluluk gibiydi.
Yıllar sonra aile kökenlerini araştırırken, annesinin büyükannesinin hikayesine ulaştı. Büyükannesi, Kurtuluş Savaşı yıllarında Ege’de zorunlu göç sırasında bindiği teknenin batması sonucu hayatta kalmış, ancak tüm ailesini denizin soğuk sularında kaybetmişti. Büyükannenin travması o kadar büyüktü ki, kalan ömrü boyunca ne denize yaklaştı ne de bir daha “mavi” kelimesini rahatça telaffuz edebildi.
Hatice, o an anladı: Kendisinin yaşamadığı bir acının kalıntılarını taşıyordu. Onun hidrofobisi (su korkusu), biyolojik bir korku değil, yedi yüz yıl önce yaşamış bir kadının beyninden gelen çözülmemiş bir ses kaydıydı. Hatice, kendi hayatını yaşarken, aslında büyükannesinin son nefesindeki o çaresiz korkuyu da soluyordu. Yaşadığı hayat, kısmen, büyükannesinin tamamlayamadığı bir hayattı.
Bu tür hikayelerle yüzleşmek, tıpkı kökenlerimizi anlatan ve büyük bir arayışın sonunda huzura kavuşmayı işleyen Aradığımı Buldum kitabının teması gibi, hem ürkütücü hem de kurtarıcıdır. Bu kitapta ana tema, bireyin kendini keşfetme yolculuğunda, geçmişin zincirlerinden kurtulma çabasıdır. Ancak zincirlerden kurtulmak için önce onların neyden yapıldığını anlamamız gerekir.
Hatice için de korkunun kaynağını bulmak bir son değil, bir başlangıç oldu. Travmanın adını koymak, onu bilinçdışının karanlık dehlizlerinden çıkarıp ışığa taşımaktır. Artık denize baktığında sadece korkuyu değil, büyükannesinin hayatta kalma gücünü de görüyordu.
Kökenlerimize inmek korkutucu, çünkü o geçmişte sadece acıları değil, aynı zamanda bizi sınırlayan potansiyeli de buluruz. Başkasının başarısızlık korkusu, bizim risk alma cesaretimizi; başkasının suskunluğu, bizim ifade özgürlüğümüzü kısıtlar. Bu keşif, bize ait sandığımız korkunun aslında yedi yüz yıllık bir borç olduğunu gösterir.
Nihayetinde, modern psikoloji ve epigenetik çalışmaları bize şunu fısıldıyor: Bizler, geçmişimizden bağımsız, tertemiz bir sayfa değiliz. Bizler, yüzlerce yılın üst üste yazılmış karmaşık hikayesiyiz. Ancak bu hikayeyi bilmek, bize bir seçenek sunar: Ya atalarımızın bize miras bıraktığı kodları olduğu gibi çalıştırmaya devam ederiz, ya da bu kodu tanır, onu bilinçli bir kararla yeniden yazarız.
Kendi hayatımızın mimarı olmak istiyorsak, önce atalarımızın bıraktığı taslağı okumak zorundayız. Çünkü özgürlük, sadece zincirleri kırmakla değil, o zincirlerin hangi demirden yapıldığını bilmekle başlar.
HATİCE ÇELİKEL
Kaynak: Haber Merkezi