“ Sanki okuyucunun daha fazla canını yakmak istiyormuşsun da, onlara acıdığın için kendini durduruyormuşsun gibi” dedi biri bana.
Kelimelerin olduğu gibi akmasına müsade vermek, içinde bulunduğum durumu daha katlanılır kılıyor gibiydi. Belkide doğrudan okumak da aynı şekle sokardı. Bilemiyorum. Ama bunun aslında çok nazik bir övgü olduğunu farketmiştim.
Uzun süredir hislerini kaleme alma cesaretini yine zor bulmuş biri için insanın gözünde biriken bir yaş gibi yazmak. Bir kere döküldü mü…
Gelelim yazmak eylemini hangi konu üzerinde şekillendireceğime; yas evi.
O gün belki de tüm iyi niyetiyle bana “Ağla, içine atma” demiş olan kadınların niyetini sorguladım. Herkes kendi bildiğini doğru sanırken ve onu karşı tarafa dayatma arzusuna istemeden de olsa girişmişken o sırada zihnimin halihazırda zaten çok büyük bir savaş içerisinde olduğunu hatırladım. Aklıma yatmayan küçücük bir şeyle bile savaşacak halim mi vardı. Bu hisler ile olduğu gibi ağlamaya başlamışken, kulağımın yakınında bir ses, ve eminim ki onun da niyeti iyiydi; “Bu kadar da ağlama şöyle ağla” diyerek beni yönlendirdi. Zihnim hala savaşmaya mecalsiz, söyleneni olduğu gibi akıl merceğinden geçirmeden, “doğrusu bu herhalde” diye uygulamaya koyuluyordu. İnsanları acılarını nasıl yaşamaları gerektiğiyle ilgili rahat bırakmayı ne zaman öğreniriz?
Ağlamanın bile standardı mı var, gözyaşının kullanım klavuzu mu var?
Çorbaya tuz bakar gibi o insanların yasına bakmaya mı geldin mesela? Destek olmanın ne zaman ve hangi koşulda böyle bir şey olabileceğine inandırıldın?
Bir “Başın sağ olsun”u eksik bırakanların hepsini hayatımdan çıkardım ve onları günün birinde benzer kaderleri yaşarlarken hayal ettim…
Kahkahasını alıp gelenler ile göz göze gelince mahcup gibi görünenlere suratımı çevirdim.
Dedikodu kazanını ateşleyenlere ince bir dal parçası da ben verdim.
Ve hayatımın bir anında kalbimi küçük de olsa hırpalayanlara o günden sonra hakkımı hiç helal etmedim…
Karamsar dizeleri bir kenarı bırakıp biraz da başka yaşananlardan söz edeyim..
Düşünüp kucak dolusu aş getirenleri gördüm.
“Bir lokma ağzına girsin,” diye elinde kaşıkla diz çökenleri de. Söylenenlerin hiçbirini hatırlayamasam da pek çoğunun en azından hayatta kalabilmem, aklıma sahip çıkabilmem adına çırpındıklarını hatırlıyorum…
Ayakkabını çıkaranlar, elini gözünü yıkayanlar, çorabını giydirenler..
Sırtına hırka örtüp, başına dua koyanlar.
Sabaha kadar yanında oturup bir kelime etmeden varlığını hissettirenler.
Gözyaşını silmeyenler, ama seninle birlikte dökenler.
Sana konuşma demeyen ama sustuğunda yanında kalanlar.
Ağzından çıkan her sözde merhem, ellerinde destek taşıyanlar.
Yas evi,
Kim kalbine dokunmaya gelmiş,
Kim sadece göze görünmeye…
Kim acının yanına diz çöktü,
Kim yasın üstüne bastı geçti…
Merhaba dünya, gözlüklerimi taktım.
Fatma KIVRAK