Özbekistan’ın Fergana bölgesinde doğan Muazzam İbrohimova, çocukluk hayallerinin peşinden koşarken yaşadığı sıra dışı olaylar sayesinde doktor olmuş ve hayatı boyunca rüşvet almamaya yemin etmiştir. Bir koçun saldırısından, ilk kuzu doğumuna uzanan bu hikaye, bir çocuğun masumiyetini ve vicdanını koruma çabasını anlatıyor.
Özbekistan’ın Fergana vadisindeki Kuvasoy… Burası, ünlü aşçı Arif ata’nın memleketi olduğu kadar, gelecekte adını duyuracak bir doktorun da doğduğu yer. Ben, Muazzam İbrohimova, işte o evde dünyaya geldim. Benden önce doğup yaşamını yitiren ablam Qunduzoy ve kardeşim Mevlancan’ın acısı, babamın yüreğine bir kor gibi düşmüştü. “Eğer iyi doktorlar olsaydı, onlar yaşardı,” derdi hep. Belki de bu yüzden, daha çocuk yaşta “Ben harika bir doktor olacağım!” diye haykırmaya başladım.
Küçük Muazzam’ın hayali, başarılı bir cerrah olmaktı. İlk deneyimlerini ise, mahallenin tombul kurbağaları üzerinde edindi. “Dime-drol” adını verdiği bir ilaçla (ne olduğunu tam olarak bilmeden) onları uyutur, uyumayanlara ise çift doz verirdi. Tabi, öncesinde “Ölürseniz hakkınızı helal edin!” demeyi de ihmal etmezdi. Annemin bembeyaz doktor önlüğü, benim için bir kostümden farksızdı. Boyumdan büyük olduğu için yerleri süpürür, şapkası ise gözlerimi kapatırdı. Annemin ilaç kutusundan (biks) gizlice aldığı neşteri, amcamın votkasına batırıp kurbağaların karnını açardı. Şimdilerde o günleri hatırladıkça, o minik canlılara zarar verdiğim için içim sızlıyor. Ama o zamanlar, o tombul kurbağaların içinde ne olduğunu merak ediyordum. Kalpleri nasıl atıyordu? Karaciğerleri nasıldı? Akciğerleri var mıydı? Neden şişmanlıyorlardı? Neden durmadan vıraklıyorlardı? Tüm bu soruların cevabını bulmak istiyordum.
Ancak cerrah olmak için sadece merak yetmiyordu. Cesur bir yürek ve soğukkanlı bir kalp gerekiyordu. Bunu, ilk “hastalarımın” ameliyat masasında canlanıp, karnındaki iğneyle suya atlayıp, ertesi gün göl yüzeyinde şişmiş bir şekilde yattığını görünce anladım. O gün, cerrah olma hayallerime veda ettim. Mecburen derslerime, “Sağlık” dergileri ve hemşire olan annemin kitaplarından devam ettim. Evimizde kocaman bir “Anatomi Atlası” vardı. İnsanın iç organlarını, bağırsaklarından beynine kadar rengarenk resimlerle gösteriyordu. Bazen küçük kardeşlerimi yatırır, vücutlarındaki organların yerlerini kalemle çizer, sonra da kitaptaki resimlerle karşılaştırırdım. Hangi damarın nereye gittiğini, ne işe yaradığını anlatmam saatler sürerdi. Kardeşlerim ise, çoktan hıçkıra hıçkıra uykuya dalmış olurlardı.
Teorik bilgilerle yetinmek istemiyordum. Pratik de yapmalıydım. Kanadı kırılmış serçeler, ayağı incinmiş kediler, boğulmuş buzağılar… Hepsine elimden geldiğince yardım etmeye çalıştım. Hatta bir keresinde dereden yarı ölü halde bulduğum bir sansara “reanimasyon” yaptım. Sonuç mu? Göbeğimden tam kırk tane iğne! Köpekler, kediler ve diğer “dört ayaklı hastalarım” genellikle minnettarlıklarını ısırarak gösterirlerdi. Ben de, her zamanki gibi, hastanenin travmatoloji bölümünde Doktor Sotkinov’un gözetiminde “keyifle” göbeğimden iğne olurdum. Yine de, birçok hayvanı hayata döndürdüğüm doğrudur. Ama “Jack” lakaplı sarı köpeğim, rüyalarıma girip “Ablacığım, beni gazyağında yıkamaktansa pireli gezmem daha iyiydi!” diyerek kalbimi sızlatırdı.
Bir gün, büyükannemin evine gittiğimde, koyun doğurmak üzereydi. Üç tane kuzucuk dünyaya gelmişti bile, ama “Maşa” hala sancılanıyordu. Büyükannem de yorulmuştu. Sevinçle “Büyükanne, çekil, ben hallederim!” dedim. Annemin annesi, hastanede temizlikçi olarak çalışsa da, köpek, kedi doğurtan torununa “hayır” diyebilir miydi? Elbette hayır. Bir kenara çekilip yerini bana bıraktı. Aslında yeni elbisemi giyip herkese hava atmaya gitmiştim. Ama o anda elbisem de aklımdan çıktı, hemen işe koyuldum. “Büyükanne, gerçekten dördüncüsü var mı? Çıkmıyor ki!” Üç kuzucuğu havluyla silip annelerinin önüne koyan büyükannem gülümseyerek “Var, var…” diye cevap verdi. Sonunda, son ve en zayıf kuzucuğu da zorla çekip aldım. Onu eski bir havluyla silip annesinin yanına götürmek istedim ama önce dedeme göstermek için avluya koştum. Rahmetli dedem, kayısı ağacının tepesindeydi. Kucağımdaki “bebek”i görünce çok sevindi ama hemen onu annesine götürmemi söyleyerek bağırdı: “Ağıla götür. Mişa’nın huyu kötüdür, yavrusunu kıskanır!”
Dedemin yorulduğunu ve koyunun adını karıştırdığını düşünerek gülümsedim. “Mişa değil, Maşa dede. Yanlışma. Şimdi Abdubannop amcaya da göstereyim geleyim.” Dedem, kayısı ağacından aşağı inerek sesini daha da yükseltti: “Yapma. Maşa değil, Mişa’nın morali bozuk. Dur. Sokağa çıkma. Ahıra dön!” Dedemin bağırmasına aldırış etmeden, kuzuyu kucağımdan bırakmadan sokağa koştum. Nilüferlerin evi, Mu’tabar, Kobil, Nigora… Kısacası beş altı avluya girip, Maşa’nın doğumunu abartarak anlattım, fırsattan istifade önceki “kahramanlıklarımı” da bir iki tane ekledim. Sonuç olarak, “Maşa hiç zorlanmadı. Doğru, o Bahri hala’nın kedisi ya da Sadık amcanın köpeği değil ama önünde deneyimli bir doktoru görünce mutlu oldu. Şimdi Maşa’ya hemşire bakıyor.” Ağızlar açık kaldı. Keşke yorulmasam da bütün Kuvasoy’u dolaşabilseydim… Abduvali amca, Nazire hala’nın sakladığı “Karakum” çikolatasından ikram etti. Kuzuyu annesine geri götürmek için büyükannemin evine koştum. Ancak kapıdan içeri adımımı attığım anda, karşımda gözleri kan dolu bir koçla karşılaştım ve donakaldım! Tüm gücümle bağırdım: “Dedeeeee!” Dedem, bir felaket sezmiş olacak ki kayısı ağacından inip benim tarafıma koştu. O hayvanla benim arama girip ikimize de yalvarmaya başladı. “Mişa, saldırma. Şimdi yavrunu sana vereceğim. Sakin ol, sakin ol. Muazzam, kuzuyu yere bırak.” Meğer dedem, az önce “Maşa değil, Mişa” derken kuzuların babasından bahsediyormuş. Mişa’nın morali bozukmuş. Üzerimdeki elbise, ceket, kurdele de kırmızıymış… Sonra