Türkiye’nin en acı gecelerinden biri…
6 Şubat depremi yalnızca şehirleri değil, milyonlarca insanın iç dünyasını da yerle bir etti. O gecenin tanıklarından biri, Mustafa Kemal Üniversitesi’nde uzun yıllar akademisyenlik yapan; aynı zamanda Antakya’nın önemli kültür noktalarından biri olan Metronom Müzik Evi’nin kurucularından Abdullah Akyüz.
Konuşmamız boyunca, her kelimesinde hem derin bir sızı hem de sevgiye tutunma çabası vardı. Onu dinlerken bir kez daha anladım: İnsan hayatta çoğu zaman sevdikleriyle var oluyor, sevdikleri için ayakta kalıyor.
“Deprem anında insan ilk önce sevdiklerini nasıl koruyacağını düşünüyor.”
Akyüz, o gecenin ilk saniyelerini şöyle anlatıyor:
“Deprem anında insanın ilk düşündüğü şey kendini değil, sevdiklerini nasıl koruyacağı oluyor. O anda tek amacımız bu oluyor. Deprem sonrası da hayata tutunmak yine sevdiklerin için gerçekleşiyor.”
Sesi titremeden anlatıyor ama kelimelerin ardındaki acı kolay hissediliyor.
O gece yalnızca binalar yıkılmadı; koca bir medeniyetin sesi sustu.
“Antakya, binlerce yıl yeniden kurulmuş bir yerdi; ama bu kez çok zor.”
Akyüz, Antakya’nın tarihsel hafızasını şöyle özetliyor:
“Antakya çok uzun yıllar boyunca depremlerle yıkılıp yeniden kurulmuş bir yerdir. Birçok uygarlığın yaşayıp geçtiği, birçok dinin ve mezhebin kardeşçe yaşadığı bir şehirdi. Ama bu kez tekrar yerle bir oldu. Yeniden kurulsa bile eski Antakya’nın o büyülü atmosferini, seçkin özelliğini ve huzurunu yakalayabileceğini sanmıyorum.”
Ardından en can acıtan cümlesi geliyor:
“Depremin bize yaşattığı travmayı biz çok uzun yıllar yaşayacağız. Onu ancak bizden sonraki kuşaklar unutabilir.”
Deprem öncesi hayat: Akademisyenlik ve Metronom Müzik Evi
Depremden önce, Akyüz hem Mustafa Kemal Üniversitesi’nde 26 yıllık akademisyenlik görevini sürdürüyor hem de eşiyle birlikte müzik tutkusunu bir işletmeye dönüştürüyordu:
“Müzik evi bizim için bir iş yerinin ötesinde samimi, sıcak bir ortamdı. Çok iyi bir atmosfer yakalamıştık. Akademisyenliğime devam ediyorum ama müzik evi olarak tekrar aynı enerjiyi, konumu, atmosferi yakalayabilir miyim… şu an sanmıyorum.”
Depremin yıktığı sadece binalar değil, bir yaşam üslubu, bir kültür alanı olmuştu.
“Depremin ilk saniyelerinde düşündüğüm tek şey şuydu: Gelen büyük deprem bu mu?”
Akyüz, o gecenin ilk bilinç akışını şöyle dile getiriyor:
“Depremin ilk saniyelerinde aklımdan geçen şuydu: ‘O söylenen büyük deprem bu mu?’ Deprem bittiğinde binalar yıkılınca, ‘Umarım bizi gömüldüğümüz yerden çıkarabilirler’ diye düşündüm. Hepimiz binaların yıkılacağını anlamıştık.”
Sonra bir nefes alıyor ve devam ediyor:
“Keşke bir yaşam üçgeninin altında kalabilsek diye düşündüm.”
“Antakya’nın yarısından fazlası başka şehirlere gitti. Çoğu geri dönmeyecek.”
Göç dalgasının Antakya’yı nasıl değiştirdiğini de şöyle anlatıyor:
“Antakya’nın büyük bir kısmı başka şehirlere gitti. Gidenlerin çoğu geri dönmeyecek çünkü orada artık bir hayat kurdular. Bu yüzden Antakya’daki eski kültür, o sosyal yapı tekrar oluşmayacak.”
Bugün Reyhanlı’da, bir okul bahçesinde konteynerde yaşıyor.
Gülümseyerek ekliyor:
“Bu resimler benim konteyner günlüklerim. Bir bu kadar resim de dolabımda… Tabii gitar çalmaya da devam ettim.”
Hayatın kırık hatlarına, müziğin narin ama dirençli teliyle usulca ilmek atan; sessizliğinde ağırbaşlı bir onur, yürüyüşünde ise Antakya’nın yitmeyen ruhunu taşıyan bir insanın ince ve vakur hikâyesiydi bu..
“Sabah olduğunda şok içindeydik; yağmur, soğuk, duman, yangın…”
Deprem sonrası sabahını şöyle anlatıyor:
“Sabah olduğunda olayın ciddiyeti daha da ortaya çıktı. Kimisi oturmuş ağlıyordu, kimisi yıkılan binasına bakıyordu. Bazı yerlerde yangın vardı. Her taraf yağmur ve dumandı. Dinmeyen bir yağmur ve çok soğuk vardı.”
6 Şubat 2023’te Türkiye, tarihinin en yıkıcı ve en can acıtıcı felaketlerinden birine uyandı. Kahramanmaraş merkezli iki büyük deprem, resmi kayıtlara göre 53 binden fazla insanın hayatını aldığı, 11 ili derinden yaralayan ve 13 milyon insanın yaşamını doğrudan sarsan büyük bir yıkım bıraktı geride. Sadece binalar değil; şehirlerin hafızası, ailelerin düzeni, insanların kalpleri de yerle bir oldu. En çok da kadim Antakya… Bir zamanlar medeniyetlerin, dinlerin ve kültürlerin iç içe yaşadığı o büyülü şehir, bir anda tarihin ağır sessizliğine gömüldü.
Barınma ise en temel problemdi:
“Yağmurun altında durmamak için sığınacak bir yer aradık. Soğuktan korunacağımız sıcak bir atmosfer arıyorduk.”
Akademik hayata dönüş: Toz, toprak, ayrılık ve zorunlu sabır
Depremden sonra üniversiteye dönüşün kolay olmadığını söylüyor:
“Aile ile ayrı kaldık. İmkânlar çok zordu. Antakya ve bulunduğumuz her yer toz, toprak, enkazdı.”
Hayatında bir kırılma anı olup olmadığını sorduğumda ise hiç düşünmeden cevap veriyor:
“Kırılma noktam, eşimi çocuğumu ve sevdiklerimi korumak için verdiğim mücadeleydi.”
“Gittiğim her şehirde mezun öğrencilerimle karşılaşmak bana yaşama sevinci veriyor.”
Akyüz’ün 26 yıllık akademik hayatında en çok değer verdiği şey öğrencileri olmuş:
Bu röportaj boyunca Abdullah Akyüz’ün kelimelerinde hem yıkıntıların ağırlığı hem de insanı ayakta tutan sevginin gücü vardı.
Antakya, belki bir daha hiç eskisi gibi olmayacak.
Ama insanın içindeki iyilik, bağlılık, dayanma gücü…
Onlar hâlâ dimdik ayakta.
Ve biliyorum ki, Abdullah Hoca gibi toprağına aşkla bağlı insanlar oldukça, Antakya’nın ruhu hiçbir zaman tamamen yok olmayacak.
Röportajımızı tamamladıktan sonra Abdullah Akyüz, metni okuyup duygularını şu sözlerle paylaştı:
“Okudum çok beğendim. Burcu da okudu ( Kıymetli eşi Burcu Akyüz), o da çok beğendi. Bundan daha iyi olamazdı. Yalnız tek dileğimiz, Antakya’nın tarihi dokusunun korunması… Depremle birlikte Roma döneminden ya da daha yakın dönemlerden gün yüzüne çıkan tarihi kalıntıların ortaya çıkarılıp sergilenmesi bizler için çok değerli. Çünkü bu kalıntılar korundukça, Antakya’ya gelen turistlerin ilgisi artacak ve bu da şehrimize ekonomik anlamda büyük katkı sağlayacaktır.”
Akyüz, ayrıca deprem sonrası başka şehirlere gitmek zorunda kalan Antakyalıların yaşadığı içsel kırılganlığı da şöyle ifade ediyor:
“Deprem dolayısıyla başka illere gitmek zorunda kalan bizlerde sürekli bitmeyen bir misafirlik hissi var. İnsan kendini arafta kalmış gibi hissediyor. Ne gittiğimiz yer tam bize ait… ne de ardımızda bıraktığımız Antakya’dan kopabiliyoruz.”
Bu satırları kaleme alırken yalnızca bir gazeteci olarak değil, Abdullah Akyüz’ün öğrencilerinden biri olarak da konuşuyorum. Onun yıllardır gençlere ışık olan öğretmenliğine, sakin ama derin duruşuna, bilgisiyle yetiştirdiği kuşaklara birebir şahit olmuş biri olarak, bu röportaj benim için yalnızca bir söyleşi değil; kıymetli bir hocanın hatırasını geleceğe not düşme sorumluluğuydu. Abdullah Hoca’nın Antakya sevgisi, insanlara olan inancı ve mücadelesi, hepimize yeniden ayağa kalkmak için ilham veriyor. Dilerim ki Antakya, onun ve onun gibi güzel insanların çabalarıyla yeniden yeşerir; kültürü, müziği, neşesi ve kardeşliğiyle tekrar umut dolu günlere kavuşur. Bu toprakların sesini, hikâyesini ve ruhunu yaşatmak hepimizin borcu…
Tülay Ataman