Cumhuriyetin ilk yıllarından günümüze Türkiye’nin nüfus politikaları inişli çıkışlı bir seyir izledi. Uzmanlar, mevcut düşük doğum oranlarının sosyoekonomik dönüşümlerin ve uzun vadeli modernleşme sürecinin bir sonucu olduğunu belirtiyor.
Özet: Türkiye’nin nüfus politikaları, Cumhuriyetin ilk yıllarından günümüze önemli değişimler gösterdi. Düşen doğum oranları, uzmanlar tarafından sosyoekonomik gelişmelerin ve modernleşme sürecinin bir sonucu olarak değerlendiriliyor.
Ankara’dan bildiriyoruz. Türkiye’nin demografik yapısı, son yıllarda sıkça tartışılan bir konu haline geldi. Özellikle doğum oranlarındaki düşüş, alarm zillerinin çalmasına neden oluyor. Peki, bu noktaya nasıl geldik? Cumhuriyetin ilk yıllarından bugüne izlenen nüfus politikaları, bu tablonun oluşmasında ne kadar etkili oldu? Gelin, bu soruların yanıtlarını arayalım.
Cumhuriyetin ilk yılları, savaşların ve salgın hastalıkların yarattığı büyük nüfus kaybıyla geçti. Ülkeyi yeniden inşa etmek için genç ve dinamik bir nüfusa ihtiyaç vardı. Bu nedenle devlet, doğum oranlarını artırmak için seferber oldu. Prof. Dr. Şervan Gökhan’ın Kriter dergisindeki makalesinde belirttiği gibi, 1923-1960 yılları arasında devletin tüm kurumları bu amaç doğrultusunda eşgüdüm içinde çalıştı. Evlilik yaşı düşürüldü, çok çocuklu ailelere vergi avantajları ve ekonomik destekler sağlandı. Hatta o dönemlerde, “Ne kadar çok çocuk, o kadar çok bereket” anlayışı hakimdi diyebiliriz.
1950’lerden itibaren sanayileşme ve şehirleşme ile birlikte nüfus artışı hızlandı. 1955-60 yılları arasında doğum oranları zirveye ulaştı. Ancak bu hızlı artışın, istihdam ve ekonomi üzerindeki olumsuz etkileri de tartışılmaya başlandı. Acaba bu kadar hızlı nüfus artışı, ülkenin kalkınması için bir engel miydi?
1960 darbesi, nüfus politikalarında bir dönüm noktası oldu. Yeni yönetim, nüfus artışının kalkınmayı olumsuz etkilediği görüşünü benimsedi ve planlı nüfus azaltma politikaları geliştirmeye başladı. 1965’te 557 sayılı Nüfus Planlaması Yasası yürürlüğe girdi ve Nüfus Planlaması Genel Müdürlüğü kuruldu. Bu dönemde Prof. Dr. Nusret Fişek’in öncülüğünde doğum kontrol yöntemleri yaygınlaştırıldı ve halk bilinçlendirilmeye çalışıldı. Sağlık ocaklarında ücretsiz doğum kontrol hapları dağıtıldığını, televizyonlarda aile planlamasıyla ilgili kamu spotlarının yayınlandığını hatırlayanlar vardır.
1960-1980 yılları arasında devlet destekli aile planlaması politikaları yoğun bir şekilde uygulandı. Kitle iletişim araçları ve sağlık ocakları aracılığıyla halk bilgilendirildi. Özellikle şehirli ve eğitim seviyesi yüksek kesimlerde doğurganlık hızı hızla düştü. Köylerde yaşayan Ayşe teyzenin “Devlet bizi kısırlaştırmaya çalışıyor” dediğini duyanlar da olmuştur eminim.
1980 sonrası dönemde nüfus kontrolü politikaları daha da güçlendirildi ve uluslararası destekle sistematik hale getirildi. 1983’te 2827 sayılı Nüfus Planlaması Kanunu çıkarıldı. Bu kanunla kürtaj belirli koşullar altında yasal hale getirildi, doğum kontrol araçlarının dağıtımı kolaylaştırıldı ve kadınların bilinçli karar vermesi teşvik edildi. Dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in nüfus artışının kontrol altına alınması gerektiğini vurgulayan açıklamaları, bu uygulamaların yaygınlaşmasına katkı sağladı. Hatırlayanlar bilir, o dönemde televizyonlarda “İki çocuk yeter” sloganı sıkça kullanılırdı.
1980 ve 1990’larda şehirleşme, kadınların eğitim ve iş yaşamına katılımı, çekirdek aile modelinin yaygınlaşması ile doğum oranları hızla azaldı. 1950’de kadın başına yaklaşık 7 doğum gerçekleşirken, 1980’de bu oran 4,5’un altına, 1990’da ise 3 seviyelerine geriledi. 2000’lerde ise toplam doğurganlık hızı 2,5’in altına indi ve nüfus artış hızı yavaşladı. Artık büyükannelerimizin 7-8 çocuklu aileleri mazide kaldı.
AK Parti iktidarı döneminde ise doğum oranlarını artırmak amacıyla “en az 3 çocuk” söylemleri, çocuk yardımları ve bazı politikalar devreye girdi. Ancak geçmiş dönemde uygulanan yoğun nüfus planlaması, Türkiye’nin demografik yapısını köklü bir şekilde değiştirmişti. Acaba “üç çocuk” çağrısı, beklenen etkiyi yarattı mı?
Uzmanlar, doğurganlık oranındaki düşüşün 2000’den önceki politikalar, sosyoekonomik dönüşümler, şehirleşme ve uzun vadeli modernleşme sürecinin bir sonucu olduğunu belirtiyor. Konunun tek bir siyasi perspektifle ele alınmaması, tarihsel sürecin göz önünde bulundurulması gerektiğini vurguluyorlar. Yani, bu karmaşık sorunun çözümü için geçmişi iyi anlamak gerekiyor.
Peki, Türkiye’nin geleceği için bu durum ne anlama geliyor? Düşen doğum oranları, yaşlanan nüfus, artan sosyal güvenlik açığı… Tüm bunlar, önümüzdeki yıllarda bizi bekleyen zorluklardan sadece birkaçı. Umarım, bu konuda doğru adımlar atılır ve ülkemizin demografik yapısı sağlıklı bir şekilde yeniden şekillenir.